Bursa’da bir kaç gün: Cumalıkızık, Hüdavendigar Parkı, Leylek Köyü ve Uludağ
Gezentigiller olarak tam bebeler büyüdü artık rahat gezeceğiz derken malum Koronavirüs yılbaşından beri bütün dünyayı, Mart’tan beri de ülkemizi esir aldı. Son bir kaç aydır ipler baya gevşediği, alışverişler, seyahatler normale döndüğü halde yine de herkes eskisi kadar rahat olamıyor, biz de öyle. O nedenle bir yere gitmek için kırk kere düşünür olduk.
Bu uzun düşüncelerden sonra, bu yaz Rize’ye gidememiş olmanın verdiği üzüntüyle beraber, orda -ve Giresun’da- çılgınlar gibi 2-3 ay geçirmiş ve nihayet evine, Bursa’ya dönebilmiş öğretmen kuzenimizin yanına gidelim dedik.
Bursa, her zaman yaşamak istediğimiz ama bir türlü uygun şartları bulamadığımız adeta bir kızıl elma bizim için. Genelde bir iki günlük geçerken uğradık tarzı ziyaretlerimiz oluyordu. Bu kez 3-4 gün kalmak üzere yola çıktık.
Mart ayında Gönen dönüşü HGS’mizde 25 TL’lik eksiğimiz olması ve sonrasında yüklemeyi unutmamızın bedeli olarak icraya düşmemiz ve iki hafta önce 1350 TL ceza ödemiş olmamız yüzünden bir yıl boyunca Osmangazi köprüsünü kullanmamaya niyet etmiştik. O nedenle körfezi dolaşarak gidecektik. Bu seyahatimizi diğerlerinden ayıran en önemli fark bu değildi ama. Asıl fark, bu yolun ilk 2.5 saatinde arabayı eşimin kullanmasıydı. Evet, artık Şahika hanım da Gezentigiller’in pilot koltuğunda.
Geçtiğimiz aylarda şehir içinde 25-30 km’lik mesafeler halinde kısa denemeler yapan eşim artık iyice kendiBurne güvendi ve bu yolculuğumuzda Bahçeşehir’den Kocaeli çıkışına kadar sürdü. Gayet başarılı ve sorunsuz bir yolculuk oldu. Artık istikbaldeki Rize (1200 km) seyahatlerinde iki sürücü olarak gidebileceğiz inşallah.
Bursa’ya giderken Osmangazi köprüsünü kullanmadık ama otobanı es geçemedik. İkizler yolculuğun başlarında hemen uykuya daldıklarından bir iki saat sessiz sedasız ilerledik. Sonrasında ceddin deden, neslin baban, ey şanlı ordu, ey şanlı asker nidalarıyla ve bol bol bağrışlarla yola devam ettiğimiz için ne kadar kısa sürede bu konseri bitirsek kardık deyip otobanı kullandık. Perşembe akşamüstü sağ salim Hasanağa’ya vardık.
Cumalıkızık
Bursa’da, yıllar önce gittiğimiz Cumalıkızık’a ve Misi Köyü’ne gitmeyi planlıyorduk. Hafta sonu aşırı kalabalık olur diye Cuma günü Cumalıkızık’a gittik. Beş altı sene evvel gittiğimiz gibi yine çok güzel evler, sokaklar bulduk. Bizim ikizler ve kuzenlerimizin biri bizimkileren büyük (Ömer Talha), diğeri küçük (Serra) bebesi ile o taşlı yollardan pıt pıt ilerleyip kasabanın en yukarısına kadar çıktık. İlk gelişimizde burda yemyeşil çimenli, çiçekli harika bir bahçe vardı. Orayı tekrar görmek istiyorduk. Bahçeyi bulduk ama maalesef eski ihtişamı yoktu. Hem mevsim sonbahara döndüğü, hem de korona yüzünden turist azaldığı için sanırım, bahçedeki masalar bir kenara konmuş, içinde otlar gelişi güzel kalmıştı.
İlk gelişimizde Cumalıkızık’ta o güzel evlerden birinde kahvaltı yapmıştık. Bu kez yanımızda daha önce kendimizin denediği minik bir ocak vardı. Bunu akşamüstü gideceğimiz Hüdavendigar Parkı’nda deneyeceğimiz için burda yemek işine girmedik. Her evin önünde ısrarla “gözlemem var, manzaram var, bana gelin” diyen ısrarcı insanlar ilk gelişimizde yoktu. Biraz itici bir yaklaşım olmuş. Onun yerine her şeyin fiyatı güzelce yazılsa kimse rahatsız olmaz. Bir de bölgeye ait olmayan, artık her yerde bulabileceğimiz ahşap oyuncaklar, hediyelikler de işin büyüsünü bozuyor. Esnafımızın turistik bölgeye has, daha orijinal fikirler bulmasını umuyoruz.
Hüdavendigar Parkı
Aslında mini pikniğimizi mahallenin hemen girişindeki piknik alanlarında yapacaktık ama çok kurak olduğu için daha yeşil olan Hüdavengidar Parkı’na gidelim dedik. Biz daha önce görmemiştik.
Kuzenimiz bizi eski sokaklardan, ağaçlı güzel yollardan götürerek bu kocaman parka götürdü. Burası İstanbul Maltepe’deki parkı andırıyordu. Maltepe’dekinden farkı, orda boğaz, burda ise kocaman bir dere olmasıydı. Derenin yatağı kocamandı ama maalesef içinde çok su yoktu.
Parkta güzelce yerleştirilmiş, sosyal mesafeye uygun aralıklı piknik masaları vardı. Bunlardan gölgede kalan birine yerleşip ocağı da masanın üstüne koyduk. Ocak başı ben oldum ama sadece çay demledik. Hatta o kadar hoşumuza gitti ki iki kez demledik 🙂
Hüdavendigar parkı oldukça büyük bir alana yayılmıştı. Hemen yanımızda çocuk parkı da olmasına rağmen güvenlik nedeniyle çocukları oraya salmadık. Çimlerin üzerinde koştuk, hopladık, zıpladık. Hatta bir ara bizim Faruk efendi kuzenimizi Sefa’nın üzerinde biraz fazla zıplamış olacak ki o gece sabaha karşı kuzenimi böbrek taşı sancısıyla acile götürmek zorunda kaldık.
Bu böbrek taşı kuzenimizi baya uğraştırdı. Ertesi gün hastaneye gidip ultrason vs yaptırdı. Bir iki hafta ilaç kullanıp geçmezse aldırması gerekecek. Faruk efendi küçük poposuyla maalesef adamcağızın başına iş açtı. Kendisine acil şifalar diliyoruz.
Leylek Köyü
Kuzenimizin böbreği ağrısa da Cumartesi günü bizi gezdirmekten kendisini alıkoymadı sağolsun. Çok uzak olmayan bir yere, Leylek Köyü’ne gittik. Burası daha önce gittiğimiz Gölyazı’ya yakın bir yerdi. Orası kadar meşhur olmasa da göl kenarında güzel bir yürüyüş alanı ve geniş bahçeli bir kafesi vardı.
Buraya vardığımızda bizimkiler ve öndeki arabadaki Serra uyuya kalmıştı. Arabaları park ettiğimiz yerde bir gözetleme kulesi vardı. Büyük kuzenzademiz ve babasıyla beraber buraya çıkıp büyük heveslerle aldığım ama bir türlü kullanamadığım telsizleri deneme fırsatı bulduk. Bizimkilerle ormanda, dağda, bayırda yürüyüş yaparken kullanırız diye telsizler almıştım. Hatta iki tane de Ömer Talha ve babasına hediye ettik. Biz evde denemeleri yaparken bizim Ömer maalesef telsizin sesinden çok korktu ve o günden beri hala korkuyor. Hazır onlar uyurken Ömer Talha ile telsizleri kullandık. Kulenin ayrı katlarına çıkıp telsizle gördüğümüz bazı objeleri birbirimize tarif edip bulduk. Sonra ben yere inip kuleden onun verdiği talimatlara göre ilerledim ve onun saptadığı hedeflere ulaştım 🙂 Tam olarak bizim sıpalarla böyle bir şey yapmayı hayal ediyordum ama sanırım biraz daha büyümelerini beklemem gerekiyor. Bizimkilerle Ömer Talha arasında 3 yaş fark var.
Sıpalar uyanınca göl kenarındaki yürüyüş yolunu gezdik. Aslında bu yol arabayla da geçilebiliyordu ancak yürümeyi tercih ettik. Çok sıcak olduğundan çocuklar biraz zorlandı. Dinlene dinlene yolu bitirdik. Yolun göl tarafı biraz bakımsız kalmış, sazlıklar, otlar, çalılar insan boyunu aşacak kadar uzamıştı. Aralarda tek tük kıyıya çekilmiş kayıları görebildik. Çok fazla insan yoktu. Hatta sadece yürüyüş yapan bir kaç kişiye denk geldik. Yolun sonuna doğru bir kaç ördek yolumuza çıktı. Onları izledik. Leylek göremedik ama boş yuvalarını gördük. Yolun bitip arabaları park ettiğimiz yere yakın olan yerinde bir iskele vardı. İskelenin etrafında bir sürü kahverengi ördek vapur bekler gibi bekleşiyordu.
Yürüyüşümüz bitince kendimizi yolun başındaki geniş bahçeli kafeye attık. Gölgedeki masalardan birine geçtik. Bu bahçe göle doğru meyilli olduğundan setler şeklindeydi ve bizim oturduğumuz yerin altında da göle kadar uzanan boş bir arazi vardı. Çocuklar etrafımızda dört dönerken kuzenle beraber bu arazi üzerinde hayali planlar yaptık. Evi bir yere kondurduk, sebze bahçelerini yerleştirdik, garaji ve yolu da unutmadık 🙂
Bu bahçede epey güzel vakit geçirdik. Çocuklar da çok sevdi. Her iki yanımızdaki masalarda da insanlar vardı ama mesafe geniş olduğundan hiç rahatsız olmadık. İnşallah bağrış çağrışlarımızla onları da rahatsız etmemişizdir.
Cumartesi günümüz böyle geçti.
Uludağ ve Emir Sultan
Bursa gezimizde pazar gününü dinlenmeye ayırdık. Böylece Sefa da biraz kendine geldi. Pazar akşamı 6 yıldır görmediğim ve yakın bir yerde ikamet eden liseden arkadaşımı ziyaret ettik. Onun da bizimkilerden büyük iki çocuğu vardı ve henüz görmemiştik. Çok oturmayız, bir kahvelerini içer döneriz dedik. Daha doğrusu Şahika hanımın planı buydu. Malum korona yüzünden kimseyi rahatsız etmek, hele de ansızın gelen bir misafir için zahmete sokmak istemiyorduk. Fakat bir Rizeli olarak, yıllardır görmediğim bir başka Rizeli olan gençlik arkadaşıma “kahve içmeye gelelim” diye sormaya çekindim ve “çay/kahve içeriz” diye yazdım. İyi ki de öyle yazmışım :)) Ziyaret sırasında bu mevzuyu anlatınca arkadaşımın eşi de mesajda “kahve” kısmını görünce çok şaşırdığını söyledi, gülüştük :)) Sağolsunlar ailecek bizi çok iyi karşıladılar. Elimizden geldiğince sosyal mesafeye dikkat edip oturduk ama bebeler pek sosyal mesafe takmadı tabi. Ev sahibinin oğlu ile bizimkiler salonun ve bütün odaların altını üstüne getirdiler. En son balkonda kahvemizi* de yudumlayıp kuzenlerimizin yanına döndük.
Ertesi gün, yani Pazartesi günü İstanbul’a dönmeyi planlıyorduk. Gündüzünde Uludağ’a çıkar, sonra Emir Sultan hazretlerini ziyaret edip döneriz diyorduk.
Okullar teorik olarak başladığı için ilk gün Sefa’nın okulda bazı işleri vardı. Ben de evde zapt etmekte zorlandığım ikizlerin kolundan tutup çok da uzak olmayan okula götürdüm. Sefa ile beş yıldır ortak yürüttüğümüz Kitapi projesinin çıkış noktası olan ilk kütüphane bu okuldaydı. Çocuklara orayı gezdirdim.
Sınıfları da dolaştık. Sıralara oturdular. Birinci sınıflardan birinde A’dan Z’ye olan harfleri, duvardaki bayrakları vs çok sevdiler. Bir ara Sefa abileri gelip akıllı tahtayı çalıştırdı. Orda yazıp çizmek çok hoşlarına gitti.
İnşallah ilerde de okula severek giderler.
Sefanın okulda işi bitince hemen eve dönüp eşyalarımızı toparladık ve Uludağ’a çıktık. Öğle vakti olduğu için bizimkiler arka koltuka uyuya kaldılar. Hatta kuzenimizin büyük oğlu Ömer Talha da bizim arabadaydı. Bir süre sonra o da uykuya yenik düştü. Yokuş yukarı gittiğimiz için pek sorun yaşamadık ama bir yerden sonra bayır aşağı inerken fren yapmak icab ettiğinden bizim bebelerin kafası düşer oldu. Maalesef yeni aldığımız koltukların yatay pozisyonu çok kullanışlı değil. Kemerlerini iyi sıkmamıza rağmen çocuklar bam güm diye öne eğilebiliyorlar. Olabildiğince engelleyip piknik yapacağımız yere vardık.
Uludağ’a da ilk kez geliyorduk. Piknik yaptığımız yer zirvede değildi. Oraya daha sonra çıktık. Burası “Sarıalan” isminde bir yaylaydı aslında. Çam ağaçlarıyla dolu bir alan. Kısmen inşaat olduğu için epey tozlu idi ama yine de kuytu bir yer bulup ocağımızı kurduk. Bu kez hanımlar kahve pişirdi. Biz beyler de elimizden geldiğince bebeleri eğledik. Büyük heveslerle aldığım telsizleri zar zor da olsa burada da kullanma fırsatı bulduk. Faruk efendi alıştıysa da Ömer efendi korkmaya devam etti maalesef.
Mini piknikten sonra Uludağ zirvesine, otellerin olduğu yere doğru çıktık. Uludağı hep karlı bildiğimiz için kahverengi çıplak halini görmek bizi epey şaşırttı. En azından yeşillik bekliyorduk ama baya kayalık bir haldeydi. Yine de otellerin etrafı çok kurak değildi. Mevsim itibariyle biraz yeşillik vardı. Burada birbirinden büyük oteller vardı ama en göze batanı Ağaoğlu’nun oteliydi. Çok muhteşem bir görüntüsü vardı diyemeyeceğim. Sadece göze batsın diye devasa inşa edilmiş, şatoyu andıran ama tam da olmamış bir görüntü. Fotoğraflara bakıp siz karar verirsiniz 🙂
Otellerin önünden ilerlediğimizde “Bakacak” denen yere indik. Uludağa çıkarken gördüğümüz şehir manzarası belki de on kat daha büyük bir heybetle işte tam burada karşımızdaydı. Bir seyir terası yapılmıştı ve Bursa buradan seyredilebiliyordu. Şansımıza çok sisli değildi. Hemen aşağımızdaki kısım çok net seçiliyordu. Meşhur bacaların olduğu yer biraz sisli kalıyordu. Ama yükseklik o kadardı ki, sanki bir uçağın camından aşağıyı seyrediyor gibiydik. Platformun altı yerden çok yüksek olmasa da Şahika hanım bu yüksekliği pek sevmedi. Ayrıca platformun korkuluklarla birleşme noktalarında epey geniş açıklıklı boşluklar vardı. Çocuklar burdan düşebilir diye korktuk. Çok durmadık, biraz bakınıp fotoğraf çekindik. Sonra etraftaki çalılık alanı biraz dolaştık ve sisli yerin tamamen bir deniz gibi göründüğü bir kaç poz yakaladık.
Bursa gezimizi buraların meşhur yemeğiyle sonlandırmak için şehir merkezindeki bilinen restoranlardan birine gittik. Yıllar önce, daha nişanlıyken de buraya gelmiştik. Restoran kapatmak üzereydi. Son müşterisi olarak bizi kabul ettiler. Biz son müşteri olduğumuzu bilmediğimizden gayet rahat takıldık. Biz çaylarımızı içerken bebeler koşturup durdu. Biz çıkınca dükkanın ışıkları kapandığı için öyle anladık son müşteri olduğumuzu 🙂
Yemek sonrasında kuzenlerimizle vedalaştık, çocuklar da birbirlerine vedalaştılar, el sallamalar, öpücük göndermeler derken aracımıza binip İstanbul’a doğru yola koyulduk.
Bursa’dayken çocuklarla beraber uyuduğumuz için sabahın köründe kalkıyorlardı ve bizi de uyandırıyorlardı. O nedenle alıştığımız uyku düzenini tutturamadık ve çok dinlenemedik. O nedenle yol biraz gözüme büyüdü ama Şahika hanım da sürebiliyor nasılsa diye endişe etmedim. Osmangazi köprüsüne kadar otobandan gidip sonra körfezden devam ederiz diyordum ama bir buçuk saat ekstra yol gitmek o yorgunlukta hiç cazip gelmedi ve yazının başında “bir sene daha bu köprüden geçmem” dediğim şeyi çiğneyip köprüden geçtim. Pahalı olmasına pahalı ama köprü büyük nimet. Bunu kimse inkar edemez. Sağlığımızdan, can güvenliğimizden daha pahalı değil ya. Köprü sayesinde çok kısa bir sürede, ve hız limitini de aşmadan rahatlıkla evimize vardık. Çocuklar yol boyunca uyudu. Eve vardığımızda da uyandırmadan yataklarına yatırabildik. Bir tatili zehir eden en büyük şeylerden biri dönüşteki yol yorgunluğudur. Çok şükür biz hiç yorulmadan, sağ salim evimize döndük.