Küçüksu’yu gezdik
Koronadan mıdır tam emin olmamakla beraber Şahika hanımı memlekete gitme konusunda henüz ikna edemediğimiz için bari İstanbul’da ayağımızın değmediği güzel yerleri dolaşalım dedik ve bir iki alternatif arasından Beykoz’daki Küçüksu’yu gözümüze kestirdik. Bu aralar rejim çabalarımız olduğundan öğlen çok halsiz kalıp yemeklere saldırmamak için sabah kuvvetli bir kahvaltı yapıp, bizim ikizlerden Ömer Efendi’nin tabiriyle “minik su” yolculuğumuzu başlattık.
Bir iki haftadır öğlen uykusu alışkanlıklarını -pusetlerini arabalarıyla beraber sattığımız için- biraz da mecburi olarak bıraktırdığımız bebeler, yolumuz İstanbul trafiğinde biraz uzun sürünce kendilerini uykuya verdiler. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü geçip sahile doğru indiğimizde çok sürmeden Küçüksu’ya vardık. Anadolu Hisarı’nın dibi sayılabilecek bu yerden belki yüz kere geçmişizdir ama durup dolaşmak hiç nasip olmamıştı.
Küçüksu Kasrı
İlk hedefimiz Küçüksu Kasrı’nı gezmekti. Arabamızı kasrın bitişiğindeki İspark’ın geniş otoparkına günlüğü 9 TL’den park ettik. Gelmeden hemen önce Ömer Efendi uyanmıştı ama Faruk beyefendinin henüz uykusu bitmemişti. Biraz daha uyusun diye etrafta biraz oyalandık. Sonra sağolsun kardeşi duruma müdahale edip doğal bir şekilde uyandırdı.
Arabayı park ettiğimiz yer aslında büyük yeşil bir alan olan Küçüksu çayırının yola bakan ucuymuş meğer. Çayırın sahile bakan kısmında da kasır bulunuyor.
Gayet doğal görünümlü, kısmen genç ağaçların olduğu geniş, kocaman bir alan olan Küçüksu çayırı çok hoşumuza gitti. Hafta içi olması nedeniyle hiç kalabalık değildi. İnsanlar tek tük ağaçların dibinde gölgelerde sandalyelerini masalarını kurmuş mangalsız pikniğin tadını çıkarıyorlardı. Arabamızda masa ve sandalyelerimiz hazırdı. Belki biz de iki sandalye atarız dedik ama gezmekten buna fırsat bulamadık.
Çayırın içinden boyluca geçip Küçüksu Kasrı’na vardık. Girişindeki kafede soluklanalım, çay/kahve içelim dedik. Manzara da güzel olduğu için bol bol boğazı izler, fotoğraf çekeriz diye düşündük. Sağolsun çocuklar da bizi üzmedi ve burda güzel vakit geçirdik. Zaten akşamdan plan yaparken bu günü çocuk odaklı geçirmeyi kararlaştırmıştık. Kendimize göre işler yapmak isteyince ve çocuklar ayak uyduramayınca boşu boşuna canımız sıkılıyordu. Ömer Efendi’nin beş on dakika arabanın anahtarını ısrarla almak istemesi dışında herhangi bir kriz çıkmadı çok şükür. Onu da küçük bir dondurma kaçamağıyla hallettik. Dört koca boğaz sadece üç top dondurma yemişse rejim bozulmamıştır herhalde 🙂
Kasrın önündeki kafede fiyatlar biraz pahalı olunca (çay 5 TL, kahve 15 TL) kasra girmekten vazgeçtik. Bu arada fiyatlar belki normaldir, bilemiyoruz. Korona yüzünden aylardır kafelere uğradığımız yok. Kasra giriş de çok pahalı değildi, 10 TL idi ama başka sefere dedik.
Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’un fethine hazırlık için 3 ayda inşa ettirdiği Anadolu Hisarı’nı ve etrafını hep gezmek istiyorduk. Bugün de hazır buraya gelmişken sadece çayırda kalmayalım, oraları da gezelim istedik. Kafeden çıkıp, geldiğimiz yerden çayırın içinden geçip, arabayı bıraktığımız yere doğru, hisara yakın bir yerden caddeye çıkarız diye yürüdük. Tam yola çıkarken çayırın içerisine uzanan, araba yoluna paralel giden yürüyüş yolunun devamı daha cazip geldi ve etrafdan birilerine böyle devam edersek ilerde çıkış var mı diye sorduk. Uzakta, öğretmen evinin orda çıkış var diye öğrenince hadi dedik ordan çıkalım. Biraz yolu uzatmış oluruz. İyi ki de öyle yaptık çünkü çayırın bütün etrafını gezmiş olduk ve buraya kesinlikle daha teçhizatlı olarak yeniden gelmeye bu sayede karar verdik. Dinlene dinlene, kısmen çocukları kucağımızda taşıyarak tam öğretmen evinin ordaki çıkıştan çıktık ki ne görelim; yine Küçüksu Kasrı! Meğer çayırın içinde daire çizip başladığımız yere gelmişiz. Kasrdan çıkıp 20 m ilerleseymişiz zaten buraya varıyormuşuz 🙂 Neyse gördüğümüz güzelliklere değdi deyip üzülmedik. Nasılsa dolaşmaya gelmiştik.
Anadolu Hisarı
Ordan caddeye doğru ilerleyip tam köprüye varmak üzereydik ki yağmur başladı. Hemen çocukları kapıp, köprüyü geçip, soldan aşağı, teknelerin olduğu yere indik. Ben ikizlerle kahve gibi bir dükkanın önünde oturan amcaların arasına sığındım. Şahika hanım da karşımızdaki bir dükkan daldasına.
Yanımızdaki amcalar ikizlerle baya ilgilendiler, Ömeri ciddi, Faruk’u eğlenceli buldular. Anneleri az uzağımızda kaldığı için bebeler zırt pırt onun yanına gidiyordu. Durduğumuz yer viraj olduğu için gelen giden arabalar yağmur altında koşturan çocukları fark edemez belki diye bizden çok endişelendiler. Yağmur dinene kadar burada amcalarla sohbet edip (maskemizi unutmadık tabi) tekneleri uzaktan inceledik.
Yağmur dinince ilerleyip ilerde neler var görelim dedik. Teknelerin birinde balık ekmek satılıyordu. Canımız çekti ama işin ucunda yarım ekmek yemek de var diye pas geçtik. Daha ilerde çok şirin küçük bir kafe ve bir sürü kedi vardı. Hisarın bir burcu buradaydı. Hatta bir kapısı açıktı. Ordan içeri girip şöyle bir göz attık. Meğer öbür taraftan yolun kenarında kalıyormuş. İçerisi de çocuk parkıymış.
Hisardan çıkıp karşıya geçtik ve Ömer Efendi’ye verdiğimiz sözü tutmak için dondurmacı aradık. Şansımıza Kahraman Maraş dondurması satan bir Sarıyer Börekçisi bulduk. Bir duvarında bütün günümüz yeşilçam aktörlerinin, artislerinin burada çekişmiş fotoğraflarının sergilendiği dükkan şansımıza pek boştu. Rahat rahat oturup 3 top dondurmayı bebelerle paylaştık. Gönül ordaki kol böreklerinden, baklavalardan da istedi tabi ama rejim ve göbekler, balık ekmeğe olduğu gibi buna da izin vermedi.
Dondurmacıda koca bir bardak demli çayı da devirdikten sonra dinlenmiş olarak oradaki yokuşlardan birine şöyle bir uzanalım dedik. Burası da güzelmiş, burası da güzelmiş diye diye biribirinden güzel sokaklardan, evlerden geçip başka bir taraftan aşağı inerek önce bir Osmanlı kabristanına (Yıldırım Bayezid Han devrine aitmiş), sonra da caddeye kavuştuk.
Artık bebelerin iyice pili bittiğinden ikisini de kucağımıza alarak arabamızı park ettiğimiz yere vardık. Vakit akşama yaklaştığı ve dondurma çoktan etkisini kaybettiği için boğazımızın derdine düşme zamanı gelmişti. Arabaya atlayıp geldiğimiz köprüye doğru ilerledik. Tam sapmak üzereydik ki bu yakadaki Köfteci Yusuf’un daha yakın olduğuna kanaat getirip bebeler uyumadan varalım diye yolu değiştirdik. 20 dk sonra yerini tamamen navigasyonla bulduğumuz için hangisi ve nerede olduğunu bilemediğimiz Yusuf’a kavuştuk. Bebeler genelde köfteye pek itiraz etmezlerdi zaten ama bugünkü yürüyüş (ki iPhone 6 Plus’a göre 4km, iPhone 11’e göre 6 km) onları aşırı acıktırmış olmalı ki hiç ses çıkarmadan löp löp ne verdiysek gömdüler. Biz de çok farklı değildik 🙂
Yemekten sonra farkettik ki biz aslında korona süreci boyunca ilk kez bir AVM’ye girmişiz. Madem geldik, ortalık da sakin. Bir iki dükkan gezelim dedik. Yazlık, uygun fiyatlı bir ayakkabı ve ikizlere tişört alarak turu tamamladık. Dönüşte Ömer Efendi yelkenleri çabuk suya indirdi ama öğlen uykusunu daha uzun alan Faruk Efendi eve kadar dayandı.
Biz ailecek Küçüksu’yu çok sevdik. Karşısı deyince hep aklımıza Çengelköy gelirdi ama orası güzel olmakla beraber çok kalabalık ve gezmek, vakit geçirmek için nispeten küçük bir yer. Küçüksu bizim yeni favori mekanımız oldu inşallah. Sizler de bizim gibi henüz gitmediyseniz mutlaka ziyaret edin.
One thought on “Küçüksu’yu gezdik”