Prizren’de Kosova düğününe gittik
Gezentigiller olarak 2016’da evliliğimizin 10. yılında çıktığımız Balkan turu yazı serisini daha bitiremeden bu kez bir başka Balkan ülkesi olan Kosova’ya Prizren şehrine Kosova düğünü görmeye gittik.
Çalıştığım şirkette vaktiyle stajyer olarak aramıza katılan bilgisayar mühendisliği mezunu Edin Ramani isimli çok sevdiğimiz bir arkadaşımız 7 yıl boyunca Türkiye’de okuyarak, esprileri anlayacak kadar Türkçe öğrendiği, İngilizceyi ondan daha iyi konuşabildiği ve Almancayı’da espri yapmadan konuşabildiği halde maalesef ülkemizin yabancı işçi çalıştırma prosedürleri firmalara ağır geldiği için gayet iyi geçen pek çok iş görüşmesi yapmakla birlikte bir türlü işe giremedi.
Kosova Prizren’li olan Edin, çok sevdiği Türkiye’yi ve bilhassa İstanbul’u istemeye istemeye bırakmak ve şansını Avrupa’da denemek zorunda kaldı. Neyse ki Viyana’da kendi alanına uygun bir iş buldu ve yaklaşık bir yıldır orada çalışıyor. İşte bu arkadaşımız dünya evine girince sağolsun bizi de düğüne davet etti.
Eşim, ikizler henüz 20 aylık olduğu için baş edemeyiz, gittiğimizden bir şey anlamayız diye gelmek istemeyince ben de hem Edin’in sınıf arkadaşı hem de eski iş arkadaşlarımız olan Uğur ve Hüseyin‘i bağlayıp biletleri aylar öncesinden aldık. Edin sağolsun rahat olalım diye Ramazan bayramı tatili sonrasına ayarlamış düğünü ama gel gelelim hava yolu şirketleri o tatillerde fiyatları şişirmeyi çok sevdiği için biletleri alırken hafif bir gülümseme, bir göz seğirmesi olmadı değil 🙂
Biletimizin günü geldiğinde maalesef Hüseyin bizimle gelemedi. Çünkü askere gitti 🙂 Ben bu satırları yazarken kendisi Kars’da askerlik yapıyor. Ufak bir hesap hatamız oldu maalesef.
10.30’da kalktık, 10.30’da indik
Uğur’la birlikte bayramın hemen ertesi günü gece 10.30’da yola koyulduk. Çok ilginç bir şekilde gene 10.30’da Kosova Priştine Havaalanına indik. Çünkü uçuş bir saat kadar sürdü ve Kosova ile aramızda 1 saat fark var 🙂
Biraz minibüsü andıran uçuşdan ve sallantılı bir inişten sonra uçaktan çıktık. Edin, bizi karşılayacaklarını söylemişti. Filmlerdeki gibi elinde ismimiz yazılı kağıt taşıyan birini bekliyorduk. Biraz bakındık kimseyi göremedik. Internet de yok haliyle. Çünkü servis sağlayıcılarımız en aşağı günlük 35 TL istiyorlar. (Meğer Priştine Havalimanında ücretsiz wi-fi varmış. Biz ihtimal vermediğimiz için bakmamıştık. Dönüşte rahat rahat kullandık.)
Ben eşyalarla birlikte beklerken Uğur etrafı dolaşıyordu. Gülüşmeler duyunca baktım, tanımadığım iki gençle birlikte geliyorlar. Türkçe olarak bizi karşıladılar. İlk gördüğümüz andan vedalaştığımız son dakikaya kadar gülümsemeleri yüzünden eksik olmayan Edin’in arkadaşları bizi karşılamaya gelmişlerdi. Nasıl buldunuz birbirinizi dedim 🙂 Elinde üzerinde “Hasan” yazılı kağıdı gösterdi.
Meğer biz biraz hızlı gelmişiz, normalde bir saat 15 dakika filan sürmesi beklenirken 45-50 dk gibi bir sürede inmişiz. Onlar da o yüzden anca gelebilmişler. Prizren’den Priştine arası yaklaşık 80 km.
Bizi karşılayan arkadaşlardan biri Velid, diğeri de Edis. İkisi de gayet iyi Türkçe konuşuyordu. Velid Türkiye’de uzun yıllar kalmış. Üniversiteyi Ankara’da okumuş. Edis, İngilizce öğretmeni ancak öğretmenlik yapmıyor. Daha doğrusu İngilizce öğretmiyor. Ana dili İngilizce olanlara Arnavutça, Sırpça öğretiyor.
Bu sıcak karşılamanın ardından arabaya doluşup Prizren’e doğru yola koyulduk. Yol boyunca makara kokara yaparak birbirimizi biraz daha iyi tanıdık. Yolun neredeyse tamamı otobandı. Henüz bütün yollar tamamlanmamış olduğundan otobanda ücret ödemediler. Nihayet bir saat kadar sonra Prizren’e girer girmez mahallenin yukarısına doğru çıkıp çok geçmeden Edin’lerin kapısına vardık. Evleri hafif bir yokuşun kenarındaydı. Evlerinin olduğu avlunun sokağa bakan kısmında geniş bir giriş kapısı vardı. Avlu da oldukça genişti. Bu avluya bakan sadece iki ev vardı. Biri Edin’lerin evi, diğeri de düğünün çavuşu (Türkiye’de sadıç denir hani) Yaşar abinin evi. Avlunun içinde ayrıca Edin’lerin evine ait bahçenin de duvarı ve kapısı vardı. Bizi bu bahçeye buyur ettiler. Bahçenin hemen kenarında eskiden odunluk olan, Edin’in inşaatçı babası tarafından düğün nedeniyle yeniden yapılan güzel bir gölgelik yapılmıştı (Biz Rize’de dalda deriz). Kendi mutfağı, lavabosu, dolabı olmakla birlikte evin içine açılan bir de pencere vardı.
Daha önce mezuniyet töreninde Edin’in anne babasıyla tanışmıştık. Pek Türkçe konuşmamışlardı. Meğer annesi biraz Türkçe biliyormuş. Hepsi de bizi güler yüzleriyle karşıladılar. Ayrıca birbirinden tatlı halalar da vardı. Hele bir tanesi -eşi Türk olduğu için- gayet iyi Türkçe konuşuyordu. Bize en başta “Türkçesi var ama siz anlamayabilirsiniz” demişlerdi ama maşallah Trakya şivesiyle gayet güzel konuşuyordu. Bizim her dediğini anlamamıza baya şaşırdılar 🙂 Bu arada, eşi Türk derken, Türkiye’liyi kast etmiyorlar. Biz başta öyle sandık. Kosova’da Arnavut, Sırp, Türk, Roman, Boşnak kökenli vatandaşlar var. Bu halanın eşi de Kosova Türklerinden. Buradaki Türkler Trakya şivesine yakın bir Türkçe ile konuşuyorlar. Epey şahit olduk.
Balkanlarda bir masada üç beş kişi bir arada oturuyorsa en az üç beş dil konuşulabiliyor. Bize ikram edilen kocaman ve İstanbul motifli fincanlarda Türk kahvelerini yudumlayıp, yanında Edin’in annesinin yaptığı enfes baklavaları götürürken Arnavutça, İngilizce, Türkçe gülüşmeler havada uçuşuyordu.
Oturduğumuz bahçenin zemini çimendi ve her köşesinde irili ufaklı çiçekler vardı. Evin her tarafında küçük saksılar içerisinde renk renk çiçekler yerleştirilmişti. Bahçedeki incir ağacına bile ayrıca çiçek asmışlardı. Bu çiçek sevgisi Balkanların en belirgin özelliği sanırım. Keşke bizde de olsa. Şehirlerimizde balkonlardan begonviller, renk renk çiçekler taşsa. Uğur bu güzel çiçeklerden etkilenip, memlekete döner dönmez apartman için bir güzellik yapmaya karar verdi bile.
Biz düğünden bir gün önce Prizren’e varmıştık. Biz gelmeden yarım saat evvel bu avluda 200 kişi halay ediyormuş. Hatta sığmamış, bahçeye bile girmişler. Biz o cümbüşü kaçırmıştık.
Biz de ev sahipleri kadar yorgun olduğumuz için ertesi gün buluşmak üzere vedalaştık. Velid ve Enis bizi çok uzak olmayan, şehrin ana caddelerinden birindeki otelimize, Hotel Antika’ya bıraktı. Bizimle gelemeyen Hüseyin’i de hesaba kattıkları için üç kişilik ayrılmış odamıza kendimizi atıp uyuduk.
Prizren’e Merhaba
Saati 9’a kurmama rağmen Uğur maşallah 8.45’de beni uyandırdı. Hemen otelin restoranına inip kahvaltımızı yaptık. Odamız rahattı. Otel de temiz, düzgün bir oteldi. Çalışanlar Türkçe bilmiyordu ama hiç problem yaşamadan bize yerimizi gösterip kahvaltı tabaklarını hazırladılar. Tabakdaki püremsi tavuklu malzeme dışında hepsi gayet güzeldi. Şunu da söylemek lazım ki peynir ve zeytin aşırı tuzluydu. Daha sonraki konuşmalarımızda Kosovalıların tuzu çok sevdiklerini anladık. Öyle ki bizim ayranımız için “Türkiye’de yemekler o kadar tuzsuz ki, ayranın tuzuyla idare ediyorsunuz” dediler 🙂
Kelimelerle ilgilenenler için küçük bir parantez; Kahvaltıda yiyemediğimiz malzemenin üzerinde yazan Pashtete Pule’deki “pule” arnavutçada “tavuk” demek. Bizde, yani Rize’de, büyük tavuklara değil belki ama küçüklerine “puli” deriz. Bunun gibi başka pek çok kelime tıpkı Rize’deki gibi söyleniyor. Aslında bir çoğu Türkçe zaten. Ama Rizedeki gibi k’lerin “ç” olarak söylenmesi garip bir benzerlik. Şeçer (şeker) gibi …
Kahvaltıdan sonra biraz dolaşıp etrafımızda ne var ne yok bakalım dedik. Geldiğimiz yere doğru beş on dakika yürüyüp döndük. Tam tahmin ettiğim gibi Anadolu şehirlerine benzer sokaklar, evler vardı. Üstelik tabelalarda Türkçe yazılar da bulunuyordu 🙂 Bütün Kosova’da olmasa da Prizren’de Arnavutça, Sırpça’nın yanında Türkçe de resmi dil olarak kabul ediliyor. O nedenle resmi kurumlarda, tabelalarda Türkçe de yer alıyor. Üstelik Türkiye Türkçesi ile. Örneğin “Aile Hekimliği Merkezi”, “Çöp atmayın” gibi 🙂
Sokaklarda dolaşırken Türkçe tabelalardan sonra gözümüze çarpan diğer husus da elektrik ve telefon kablolarının aşırı karmaşık bir şekilde şehri sarmalamış olmasıydı. Kablo alt yapısını yer altına almanın ne kadar fark edeceğini canlı bir şekilde gördük. Fakat buna rağmen şehirde fiber ağ bulunuyor. Öyle ki kaldığımız otelde 66 mbit download, 90 mbit -evet 90- upload hızı vardı ve çok stabildi.
Kısa turumuzdan sonra otele dönüp üstümüzü değiştirdik ve evin yolunu tuttuk. Arabayla çok kısa bir sürede geldiğimiz için hemen buluruz sandık. Sabah gezdiğimiz yerlerden biraz daha ileri gidip mahallenin bittiğini görünce şaşırdık. Geri döndük ama bir türlü akşam gördüğümüz fırını bulamadık. Amcalara sokağı sorduk. Cavit Bayraktar gibi akılda kalıcı bir sokak adı olduğu için hemen söylerler diye düşündük ama meğer sokak adları yeni değiştirilmiş. Herkes eski adları hatırlıyormuş. Neyse bir ezcanedeki gayet temiz Türkçe konuşan bir genç bize Wi-Fi sağlayınca sokağı haritadan hemen bulduk. Meğer çok gelmişiz 🙂 Hemen otelin az ilerisindeymiş fırın. 11 gibi eve vardık. Allahtan henüz düğün başlamamıştı. İnsanların toplanmasını bekliyorlarmış. Yavaş yavaş düğün başlasın artık değil mi 🙂 Bu kelimeyi aklınızda tutun: “yavaş”…
Kosova düğünü başlıyor
Düğün, davul-zurnacıların avluya gelmesiyle başlayacaktı. Yöresel kıyafet giymiş bu beyler avlunun dışına hatta sokağın karşısına geçip adeta bir savaş pozisyonu aldılar. Sonra başladılar çalmaya ve ilerlemeye.. İlerlemek ama nasıl ilerlemek 🙂 Santim hesabı… Yavaş yavaş… Yavaş… Yavaş…
Avlu kapısından içeri girince onları yaş sırasına göre düğün sahipleri bekliyordu. En başta Edin’in dedesi, sonra babası, sonra kendisi ve kardeşi, sonra Yaşar Çavuş (sadıç) ve diğer akrabalar.
Zurnacılar sırayla önce dedenin önünde uzuuun uzun çaldılar, çaldılar, çaldılar. Meğer dedenin sevdiği havayı bulmaya çalışıyorlarmış. Çünkü ancak o zaman dede bahşiş çıkarıp zurnacıların başlıklarına sokuşturacak ve böylece bir sonrakine geçecekler. Ben dedenin yerinde olsam ilk zırt dediği yerde paraları saçıp aman benden uzaklaşsınlar derdim :))) Zira zurna sesi çok yüksekti ve davul sesi de uzaktan yakından bana hiç hoş gelmiyordu 🙂 Ama sonuçta gelenek.
Zurnayla ciğer filmi çekiyorlar 🙂
Nihayet dede cebinden euroları çıkarıp ekibin başlıklarına sokuşturmaya başladı. Böylece sıra babaya, uzuuuun bir süre babaya çaldıktan sonra da damada geldi. Eğer kişi para vermemekte ısrar ederse üç zurnacı, bizimkilerden daha büyük olan zurnaları adamın göğsüne dayayıp öyle çalmaya başlıyorlar. Biz buna zurnayla ciğer filmi çekiyorlar dedik 🙂 Adam artık nasıl bir şok geçiriyorsa bu yakın temasa daha fazla dayanamayıp euroları saçmaya başlıyor.
Yaklaşık bir saat süren bu zurna alayından sonra akrabalardan birinin ortaya çıkmasıyla yavaş yavaş halay kuruldu ve avlunun içine doğru gidilip evin bahçe kapısına gelindi. Burdan sonra bahçede bekleyen kadınlar da halaya katıldı. Halay, evin bahçesinde dönüp bütün kadınları katıp dışarı avluya çıktı. Kadınlardan bazıları -anne ve yakın akrabalar- özel yöresel kıyafetler giymişlerdi. Bu kıyafetin adını sormayı unuttum.
Bu büyük halay avluda bir saatten fazla döndü. İnsanlar yoruldukça dinlendi, dinlendikçe tekrar halaya katılıp tekrar oynadı. Halayın sonuna doğru avludaki oturma alanlarında masalar düzeltilmeye başlayınca yemek servisi yapılacağını anladık. Biz de ayakta kalmayalım diye bir masaya oturmuştuk. Bir ara damat gelip “hadi gelin gelin” deyince ben de bizi yemeğe ayrı bir masaya çağırıyorlar sanıp kalktım 🙂 Meğer halaya kaldırmış bizi damat. Halkoyunlarında beceriksiz bir Rizeli olarak yalandan bir iki tur atıp fotoğraf çekme bahanesiyle hemen sıvıştım ama Uğur kolay kolay kaçamadı.
Bu arada belirtelim. Bütün bu düğün sadece erkek tarafında geçiyor. Malum, henüz gelin ortalarda yok. Gelin tarafı da yok. Onlar evlerinde kös kös bekliyorlar. Kızımız gidiyor diye hüzünlüler…
Lafı daha fazla uzatmayalım. Halay temiz en az bir saat sürmüştür. Belki de daha fazla. Sonra yemekler geldi ve herkes masalara doluştu. Bu kalabalığa türk kahvesini plastik bardakta sundular ancak yemekler normal tabaklarda ikram edildi. Önce kelle paça çorbası, ardından da bol etli kuru fasülye geldi. Sonra da tabi ki baklava. Normalde bu tarz bir düğünde bizim Marmara Bölgesi’nde (bilhassa bizim hanımın memleketi Gönen’de) meşhur olan “keşkek” gelseydi hiç şaşırmazdım. Çünkü öyle tahmin ediyorum ki bütün bu gelenekler Türkiye’de de Balkan göçmenlerince uygulanıyordur. Nitekim, görüntüleri izlettiğim kayınpederim de aynı şeyi söyledi. Adetlerin çoğu benziyormuş. Biz Şahika hanımla evlenirken böyle çalgılı bir düğün yapmadığımız için haliyle bu adetleri görmemiştik.
Düğün yemeğinden sonra sıra geldi nihayet gelini almaya. Gençlerden birini bayraktar yapıp eline Kosova bayrağını tutuşturdular. Hatta ucuna havlu, kravat ve paketli bir gömlek de astılar. Bu gömlekler halay sırasında anne ve yakın akraba hanımların ellerinde idi. Sanırım çeşitli görevlerdeki hısım akrabaya hediye ediliyor bu gömlekler.
Gelin alma yapıyoruz
Kosova düğününde gelin alma yaparken şöyle bir adet varmış. Kızı almaya giderken hangi yoldan gidildiyse artık, dönüşte mutlaka başka bir yoldan dönmek gerekiyormuş. Bunun bir sebebi de vardı sanırım ama aklıma gelmedi şimdi. Bilenler yorum olarak yazabilir 🙂
Arabalara doluşup konvoy halinde yola koyulduk. Bizimle Türkçe konuşmayan, İngilizce konuşan Edin’in bir arkadaşı ilgileniyordu. Onun arabasına binmiştik. Edis zaten bir işi çıktığı için gündüz düğününe hiç gelemedi. Akşam salondaki düğüne gelebildi. Edis ve Velid, dün bizi havalimanından alıp eve getirirken Edin’le birlikte aslında dört kafadar arkadaş olduklarını, dördüncüsünün Türkçe bilmediğini, düğünde tanışacağımızı söylemişti. Meğer bizi götüren arkadaş o dördüncüymüş. Ben sonradan olaya vakıf oldum 🙂 Kendisi Mirsad. Aslında pek çok Türkçe kelimeyi ortak kullandığımızın farkında değildi. Mesela ben arbanın kapısını kapatması için Uğur’a “kapa kapa!” dediğimde o “kapı kapı” dediğimi anlamıştı 🙂 Başka ortak kelimeler duyunca da çok ilgilendi. Laf nasıl oraya geldi bilemiyorum ama mesela onların dilinde “çenef” olarak söylenen tuvalet kelimesinin bizim Rize’de de aynen “çenef” (aslında kenef) olarak söylendiğini öğrendiğinde çok şaşırdı.
Düğün yeterince uzun değilmiş gibi bir de ben sizi lafa tutuyorum. Ama bunlar güzel hatıralar ve çok kusura bakmazsanız ben aslında bu yazıları hatıra olarak yazıyorum. Yoksa Gezentigiller “nereler gezilir, nasıl gezilir, kaça gezilir” sitesi değil 🙂 Gezdiğimiz, gördüğümüz yerleri yaşadığımız şeyleri anlatıyoruz.
Caddeleri dolaşıp Mirsad’ın evine yakın bir yerde oturan gelin kızımızın sokağına vardık. Arabaları park eder etmez ben elimde kamera fırlayıp balonlarla süslü eve doğru gidiyordum ki hemen arkamdan seslendiler. Meğer öyle labada labada gitmemem gerekiyormuş. Erkek tarafı olarak toplanıp hep beraber gitmek icab ediyormuş. Bu arada damadın bizle beraber olmadığını da hemen söyleyeyim. Beyefendi evde kaldı.
Herkes arabaları park edince zurnacılar da yerlerini alıp başladılar öttürmeye. Gelenler, hep birlikte tek sıra olup kız evine doğru “yavaş yavaş” yürümeye başladık. Bir de gerçekten tek sıraydık. Yani öyle güruh olarak gitmiyorduk. Bu sırada en önde kimler vardı göremedim ama muhtemelen damadın annesi filan vardı. Kapıda bizi bekleyen kız tarafı bütün misafirleri tek tek karşılayıp buyur etti. Sanırım erkekler hariçti. Çünkü damadın babası dahil komple dışarda, sokakta kaldık. Evin giriş kapısının iç kısmında apartmana girmeden masalar vardı. Kimisi orada bekledi. Kalanlar da dışarda bir halay daha tutturdu 🙂 Burda da içecek ikramı yapıldı. Ne ikram ettiler tam hatırlayamadım çünkü sadece su içtim. Hava çok sıcaktı.
En az bir saat de burada çalıp oynayacakları her hallerinden belli olan düğüncüleri bırakıp yakın sokaklarda evleri fotoğraflarken neden sonra gelin kızın evinde hareketlilik olunca çıkmak üzere olduklarını anlayıp geri döndüm.
Gelin, Türkiye’dekilere benzer bir gelinlik giymişti. Çok anlıyormuşum gibi uzun uzun bahsedecek değilim. Ancak kırmızı bir başlık takıyordu. Yine de yüzü seçiliyordu. Bu sayede gözlerinin kapalı olduğunu anladım. Evet, gelin kendi evinden çıkıp arabaya binene kadar gözünü açmadı. Meğer damadın evine girene kadar da açmayacakmış. Hatta sanırım girince de hemen açmadı. Belki bizim yüz görümlüğü dediğimiz hediyesini alınca açacaktır bilemiyorum.
Gelin arabaya binince erkek tarafı daha bir heyecanlanıp davullu zurnalı bir şekilde arabalara doluştuk. Yukarıda bahsettiğim gibi farklı bir güzergah çizip damadın evine vardık.
Burda davul zurna ekibi arabanın ilerlemesine bir türlü müsaade etmedi. Bizdeki gibi yol kesip para da istemediler. Bu adeti anlattığımızda şaşırdılar hatta. Sadece çalıp oynayıp arabayı engellediler. Epey çaldılar çaldılar sonra nihayet araba ilerleyebildi. Ben o sırada damat Edin nerelerde acaba diye aklımdan geçiriyordum. Bir yandan da çekmeye çalışıyordum, farklı bir şey varsa kaçırmayayım diye. Edin’in akrabalarından biri yanıma gelip parmağıyla Edin’i gösterince damadın nerde olduğunu anca anladım.
Meğer beyefendi evin üst katındaki küçük balkona çıkmış (tam da bu işe uygun bir yer, sanki kasıtlı inşa edilmiş) adeta bir kral gibi gelen halay ekibini karşılıyor. Eline mendil, tek başına orda oynuyor 🙂
Edin’in bu tek kişilik performansı da bir kaç dakika sürdü. Adam kral gibiydi derken meğer yanılmamışız. Gelin arabadan inince, kral adeta cülüs töreni gibi halka altın -pardon çikolata- fırlatmaya başladı.
Çok yakın değildim, yoksa bir kaç tane kapmaya uğraşırdım. Kralın çikolataları bitince tepsiyi de fırlatmasın mı 🙂 Frizbi gibi gelen tepsi gelin arabasının camını patlatacak diye korkarken arabanın öndündeki bayraktar -sanırım biraz da kafasını kullanarak- tepsiyi yakaladı. Meğer tepsinin altında da para varmış 🙂 Bize bunları söylemiyorlar ki 🙂 Sadece davul zurna ekibini karşılarken TL olarak da bahşiş verebileceğimizi söylediler.
Gelin geldiği gibi eve girmedi tabi. Burası Kosova. Kimsenin acelesi yok 🙂 Evin giriş kapısında, yine gözleri kapalı bir şekilde bekledi. Yüzü insanlara dönüktü. Yanında da Edin’in annesi vardı. Hemen arkasında, evin iç kısmında elinde sanırım Kuran’ı kerim tutan bir bayan vardı. Bu sırada kapı önünde bekleşen diğer hanım arkabalar bizdeki ağıtları andıran yöresel ezgiler söylediler. Belki ilahiydi, belki türkü bilemiyorum.
Bundan sonra damat yukarıdan indi (sonra gerçi gene yukarı çıktı) ve gelini de yavaş yavaş içeri götürdüler. Sonra ben bahçeden çıktım.
Zaten önceden gündüz düğünün burada biteceğini söylemişlerdi. Saat 18.00 civarıydı. Akşam ki salon düğünü de 20.00’de başlayacaktı. Bu arada Edin ve eşi Aldijana islam nikahını kıydırıp sonra fotoğraf çekimi yapılacaktı.
Bir de bizim karambolde unuttuğumuz bir dayak olayı vardı. Edin’i tekme tokat dövecektik. Bir kısım arkadaşları da savunacaktı. Böyle döve döve odaya mı gidecekti artık neydi bilemiyorum. Henüz vakit gündüz olduğu için bizim Türk filmlerindekine benzeyen bu dayak olayının akşam olabileceğini sanıyorduk. Hasılı biz dayak mayak görmedik. Bu saat 18-20 arası Edin dayağı yemiş bulundu.
Biz düğün boyunca kah İngilizce, kah Türkçe sohbet ettiğimiz benden daha çok Rizeliye benzeyen Edin’in İstanbul’da tanıştığı Alman Philipp ile ve Edin’in çocukluk arkadaşlarından Mirsad’la beraberdik. Madem vaktimiz var, otelimize dönelim, üst baş değiştirelim dedik. Whatsapp’dan yazışabilmek için telefonlarımızı paylaştık ve dağıldık. Mirsad akşam 8’de bizi otelin önünden alacaktı. O şekilde kararlaştırdık.
Hem sıcak hava, hem de saatlerdir ayakta durmanın -zaman zaman oturduk tabi- getirdiği yorgunlukla kendimizi otele zor attık. İnternet şelale gibi olduğu için hemen Instagram hikayelerime devam ettim. Düğün videolarını daha sonra inşallah Gezentigiller YouTube kanalımızda ayrıca paylaşacağım.
Kosova düğünü salonda devam ediyor
Aslında Kosova’da da tıpkı Türkiye’deki gibi sadece salonda gerçekleşen düğünler var. Fakat Edin ve ailesi geleneksel bir düğün yapmak istedikleri için gündüz düğünü ayrıca yapıldı.
Salon düğününü uzun uzun anlatmayacağım. Bizdekinden oyunlar dışında pek bir farkı yok. Sadece şunu diyeyim, bizde pasta hemen başta kesilir, değil mi? Kosovada, düğün yemekliydi diye mi artık bilmiyorum, pasta en son kesildi ve saat gece 00.00’ı geçmişti. Belki de bire geliyordu.
Edin ve Aldijana’nın akşam düğünü oldukça büyük bir salonu olan Hotel Nafron’da yapıldı. Şehrin dışında, otobana yakın bir yerderdi. Mirsad anlaştığımız üzere gelip bizi aldı ve düğüne götürdü. Önceden masalar ayarlanmış ve kimin nerde oturacağı belirlenmişti. Edis ve eşi, Velid ve eşi, Mirsad, Uğur ve ben aynı masadaydık. İki çift daha vardı masada ama bizzat tanışmadık. Hemen yan masada Edin’in İstanbul’da tanıştırdığı akrabasını görüp konuşmak da ilginç bir hatıra oldu 🙂 İkimiz de birbirimizi gördüğümüze şaşırdık.
Bir süre sonra Edin ve Aldijana salonun baş tarafındaki şaşaalı merdivenlerin başında göründü. İkisi, ağır ağır yürüyerek iki parça şeklinde aşağıya doğru inen bu merdivenlerin başında geçip basamakları “yavaş yavaş” indiler. Ondan sonra ne mi oldu? Sanırım 4-5 saat boyunca halay çektiler. Son 1 saat başka oyunlar da oynandı.
Yemekten de bir paragrafcık bahsedip gençleri muradına erdilerim artık. Biz yerimize oturduğumuzda iftarlık tarzı çeşitli peynirler masalarda zaten vardı. Malum Kosova da diğer balkan şehirleri gibi eti bol ve ucuz bir memleket olduğu için (en kral et taş patlasa 8 euro, ortalama bir etli yemek 4 euro) ilk önce meşhur köfteleri geldi. Adını maalesef not etmemiştim. Böyle en baba hamburger ekmeğini düşünün. O büyüklükte bir köfte. Tek parça. Sonra gene halaylar halaylar. Sonra o köfteden aşağı kalmayacak şekilde tek parça tavuk kızartma geldi. Gene halaylar halaylar halaylar. Sonra asıl yemek geldi. Soslu güzel bir makarna ve yanında koca bir parça et. Sonra gene halaylar halaylar.. En son da pasta kesildikten sonra baklava geldi. Artık düğünün sonlarına doğru olduğu için diğer Viyanalı ekibi bırakıp bizim yanımıza gelen Philipp tatlı tabağında iki parça baklava görünce “ilginç! bizim masada bir baklava bir kek vardı” dedi. Evet, biz düğün pastasından yiyememiştik maalesef 🙂 Bakalım Edin bu uzuuun yazının sonuna kadar okuyacak mı işte buradan anlayacağız. Neden böyle dediğimi de açıklayayım. Instagram’da anlık hikayeler paylaşırken “kahve geldi, henüz çay görmedik” yazmıştım. Düğünden sonra evlerine ziyarete gittiğimizde hemen apar topar çay yaptırdı geline 🙂 Neymiş, çay içememişiz 🙂 Halbuki ben öylesine yazmıştım. Hem sonra çayı şehirde bulduk. Onu buraya yazmayacağım tabi. O ayrı bir yazının içinde olacak inşallah.
Evet, uzun bir düğünün uzun bir yazısı olurdu ancak. Buraya kadar okuyan var mı, merak etmiyor değilim. Kendim 2 kere okudum, bunu da belirtip acınıza ortak olayım.
Bizi düğüne davet ettikleri ve ilk saniyeden son saniyeye kadar öz akrabamız gibi sıcak davrandıkları, el üstünde tuttukları için sevgili Edin’e, muhteşem arkadaşlarına, ailesine, Philipp’e ve Edin’in kıymetli eşi Aldijana’ya bir kez de burdan teşekkür ediyorum.
O kadar samimi bir havada geçti ki düğün; İstanbul’da paylaşımlarımı görenlerden biri “sen Kosovalı mıydın?” diye sordu. Hepimiz Osmanlıyız. Samimiyet ordan geliyor.
İlginç bir deneyim olmuş olsa gerek 🙂