Minik gezentigiller Rize yolunda

Minik gezentigiller Rize yolunda

İkizlerimiz Ömer ve Faruk 6. ayını doldurduğunda eşimin memleketi Gönen’e gidip ilk uzun seferimizi yapmıştık. Yolda Kocaeli merkezde ve Gölcük’te durup arkadaşlarımızın henüz göremediğimiz bebeklerini de ziyaret etmiştik. Hatta bir ara ortamdaki çocuk+bebek sayısı 6’yı bulmuştu. O seferin sonunda Gönen’e 1-2 km kalaya kadar herhangi bir problem yaşamadan yolculuğumuzu tamamlamıştık. Son dakikalarda bebeklerin ikisi birden hem ağlayarak hem de kokutarak ortalığı batırınca mecburen yolun kenarına çekip temizlik yapmıştık. Bundan başka vukuat olmamıştı.

Bebeler 9. ayı doldurduklarında ise artık Rize’ye uzanmanın vakti geldi deyip bir haftalık kısa bir memleket ziyareti yapmaya karar verdik. Çocuklar büyümeden oradaki akrabalarımız da bebeklik hallerini görsün istedik. Tabi İstanbul-Rize oldukça uzun bir mesafe: 1142 km. Bu kadar uzun bir yolda çocuklar ne hale gelir önceden kestirmek zor. Ancak zaten Kastamonu’da çok sevdiğimiz bir arkadaşımıza taziye ziyareti yapacağımız için orada mola verip yolun kalan kısmında daha rahat oluruz diye düşündük.

20 dakika rötarla da olsa yola çıkmayı başardık.

Gerçekten de hem Kastamonu’ya kadar giderken, hem de oradan Gerze üzerinden Samsun’a varana kadar maşallah hiç bir sorunla karşılaşmadık. Samsun’dan sonra bebekler bazan sırayla bazan ikisi birden bızırdamaya başladı. Neyse ki Şahika hanım arkada kah çizgi filmle kah pışpışlayarak onları oyaladı.

Gece Ünye’ye doğru yaklaşırken ufukta pek çok şimşeğin çaktığını gördük. Hava gün gibi aydınlanıyordu. Bir kaç dakika sonra korktuğumuz başımıza geldi ve deli gibi sağanağa yakalandık. Ama öyle böyle değil. Göz gözü görmüyor. Silecek yetişmiyor.. Biz de soluğu diğer bütün araçlar gibi bir benzin istasyonunda aldık. Bu esnada aracı geçenki Ankara seyahatinde bahsettiğim kuzenim Hüseyin kullanıyordu. Garibim gene yağmura, hem de deli gibi bir sağanağa yakalanmıştı. “Bir daha senin arabayı sürmem, her direksiyona geçişimde sağanak bastırıyor” diye şakalaştı. (Şakaydı demi???)

Kuzenzadem Hüseyin hem çocuklarla çok iyi kaynaştı, hem de sürüşte çok yardımcı oldu. Her eve lazım 🙂

İstasyonda beklerken yağmur hafifler gibi oldu. Bu kez adamcağıza ayıp olmasın diye direksiyona ben geçtim. Yolda bazan artarak, bazan azalarak bir süre daha yağmur devam etti. Sonra çok şükür dindi. Asıl bizi sevindiren çocukların bütün bu hengamede uyuyor olmasıydı. Hiç gıkları bile çıkmadı. Yoksa mazallah korkabilirlerdi.

Karadeniz’e kavuştuğumuz an: Sinop, Gerze
Şimşekler önce tek tük göründü sonra sağanak ötesi bir hal aldı

Rize’ye 100-150 km kala sıcak havanın da etkisiyle artık bebekler iyice perişan oldu. Bir iki kere mola verdik. Hatta bir keresinde Faruk’u uyutabilmek için bir camiiye gidip evde yaptığım gibi ayaklarıma minder koyup salladım. Uyudu da 🙂 Ama sonra yemek yiyelim derken gene ortalığı kasıp kavurdular.

Neyse ki allem edip kallem edip gece 2-3 gibi Rize’ye sağ salim vardık. Hüseyin’i dayısına bırakıp biz de teyzemizin yeni taşındığı evine geçtik. Şahika hanım o kadar bunalmıştı ki teyzemlerin evine geçer geçmez “ertesi gün uçakla dönelim, Hüseyin arabayı naparsa yapsın” demeye başladık. Şaka değil, eğer çocuklar o halde devam etseydi plan buydu.

Neyse ki ertesi gün uyandığımda bizimkilerin kahkahalarını duydum. Meğer keratalar çoktan uyanmış, dayımla (teyzemin kocasına dayı deriz) şakalaşıyor, gülüşüyorlardı. Hatta bizden bir gün önce gelen, Bursa’daki kuzenim Sefa’ların ilk göz ağrısı Ömer Talha da çocuklarla kaynaşmıştı. Şahika hanımın da morali iyiydi. Rahat bir nefes alarak memleket gezimize başlayabilirdik.. Fakat..

Fakat Rize’de hava hiç iyi değildi. Gelmeden önce baktığım üzere hava durumu 6 gün yağışlı diyordu. Şimdiye kadar bütün Rize ziyaretlerimizde talih yüzümüze gülmüş ve hava genelde güneşli olmuştu. Bu sefer 6 gün peşpeşe yağmur hiç hayra alamet değildi. Ancak korktuğumuz olmadı. İlk gün hariç diğer bütün günler çok güzel ve güneşliydi.

O ilk gün de, Şahika hanım evde dinlensin, yorgunluğunu atsın diye bebelerden birini kaptığım gibi çocukluk arkadaşım Ömer’in köyüne Çaycılar’a gittim. Bu sefer direksiyonda Sefa vardı. Ben arka koltukta küçük Ömer efendiyle oynaya oynaya gittim, çok hoşuma gitti.

Birinci gün: Çaycılar Köyü

Çaycılar, Rize Merkez’e bağlı, deniz seviyesinden bizim köy kadar yüksek olmayan, şimdiye kadar taş patlasa 1-2 kere gitmiş olduğum bir yer. Genel itibariyle muhitini bilsem de tam olarak gideceğimiz evi hatırlayamadığımdan sora sora Neşat Amca’nın evini bulduk. Evi bulunca eski hatıralarım canlandı tabi. Buraya ilk geldiğimde arkadaşım Ömer’in babannesi Vuliana sağdı. Hatta onunla çay bahçelerine bile gitmiştik. Allahü Teala rahmet eylesin.

Çaycılar Köyü

Bu sefer evde sadece Ömer’in annesi ve ona yardım etmeye gelen ablası vardı. Habersiz gittiğimiz için bizi görünce şok oldular. Hele kucağımda küçük Ömer’i gördüklerinde daha bir şaşırdılar.

Burada bir iki saat eğleşip eskilerden bahsettik. Evin babası Neşat Amca’yı göremediğimize üzülürken biz kalktığımızda köye gelmiş olduğunu öğrendik. Onu da yolda ziyaret edip şehre geri döndük. Birinci gün bu şekilde bitti.

İkinci gün: Hüseyin’lerin köyü, Tekkeköy

İkinci gün, Rize’ye beraber geldiğimiz kuzenim (aslında kuzenimin oğlu) Hüseyin’in baba ocağına davet edildik. Buraya ömrümde bir kere gelmiştim, o da Hüseyin’in annesinin düğünüydü 🙂 Şimdi oğlu evlenecek yaşa geldi de geçececek neredeyse.. Yaşım kendini belli etti mi 🙂

Tekkeköy, büyük teyzemin de köyü aslında. Buraları biliyorum ama bu muhiti pek bilmiyordum. Meğer burada gayet büyük bir dere varmış. Hemen anayolun kenarında.. Hatta üzerinde de bent kurulmuş, küçük bir şelale gibi olmuş. Hüseyin’in babasıyla dereye akan sulara ayaklarımı sokarak iyice yaklaşıp bir iki fotoğraf çekmeyi başardım.

Birkaç gün öncesinde epey yağmur yağdığından derenin suyu artmış ve çamurlanmış
Sıcakta buz gibi dere suyu
Kuzenimin evi yoldan baya yukarıda. Bu sevimli merdivenlerden tırmanıyoruz.

Rize’de pek çok yerde olduğu gibi Hüseyin’lerin evine de araba yolu çıkmıyor. Uzun patikalardan geçip eve gidilebiliyor. Bebeleri kapıp merdivenleri tırmanmaya başladık. Evin ufak bir avlusu, bu avluda da sağlam durumda bir naylası vardı. Nayla’yı artık pek çok kişi biliyor ama yine de açıklayalım. Bazı karadeniz yörelerinde serender de deniyor. İçine mısır gibi uzun süre dayanabilen yiyecekler depolanır. Fare gibi kemirgenler tırmanamasın diye etrafı demir saclarla çevrili uzun direklerin üzerine bina edilir. Altına odun yığılır. Kemirgenler tırmanamasın diye sabit merdiveni de yoktur. Çıkılacağı zaman seyyar merdiven naylanın balkonuna dayandırılır ve iş bitince merdiven geri çekilir. Bizim köyde de dedemin avlusunda vardı. Bir iki sene evvel kar yağışına dayanamayıp çöktü.

Ev bu açıdan tam görünmüyor. Şu önde olan Nayla. Hemen onun önünde de çay teleferiği var. Bizim orda “varancol” diye de söyleniyor. Yazıldığı gibi okunuyor.
İşte evin tam görüntüsü. Kocaman ve çok ferah.
Hüseyinlerin köyünü dolaşırken renkli çay bohçalarına denk geldik.

Hüseyin’lerin köy evi klasik karadeniz evleri gibi yarısı ahşap yarısı beton değildi. Bir katı küçük kırmızı tuğlalardan, diğer katı normal tuğladan yapılmıştı. Fakat o ne büyük bir ev! Giriş katı 3+1 şeklinde idi ancak bu katı kullanmıyorlardı. Üst kata geçtik. Burası 4+1 şeklinde tasarlanmış. Asıl mutfak alt katta ve büyük olduğundan buraya küçük bir mutfak bırakılmış. Bütün odalar büyük birer yatak odası kadar genişti. Çünkü vaktiyle bu evde 3-4 aile birlikte yaşardı. Yani bir evin bütün oğulları eşleriyle birlikte burda yaşardı. Benzer bir ev bizim köyde de var. Yukarıda bahsi geçen kuzenim Sefa’nın dedesinin evi. O evi içinde gelinlerle beraber hatırlıyorum. Teyzem de onlardan biriydi.

Hüseyin’lerin köyünde söylemesi ayıp mangal yapacaktık. Ali abi mangal işlerini hallederken biz de arabadan henüz kullanmaya fırsat bulamadığım hamağı getirip nayla ile incir ağacının arasına kurduk. Evin küçük efendisi Eymen Asaf uyuduğu için ilk denemeleri bizim Faruq efendi ve sonrasında Ömer efendi yaptı. Faruk çok beğendi. Ömer sanki biraz tınmadı gibi oldu. Eymen Asaf uyanınca makamı asıl sahibine terk ettik 🙂 Baya eğlendi. İnşallah bizden sonra da eğlenmiştir. Hala Rize’de kendisi.

Anlatmaya gerek yok 🙂 Lezzet yükleniyor..

Mangal’dan sonra Rize’ye dönerken baba ocağıma uğrayacaktım ama vakit geç olduğundan planı değiştirdik. Hüseyinlerle beraber iki araba şehre inip benim büyük teyzem olan Hüseyin’in anneannesini ziyarete gittik.

Üçüncü gün: Elevit yaylası denemesi ve Ayder

Hava çok güzel olduğundan bir yayla havası alalım diye üçüncü gün Sefalarla birlikte iki araba doluşup çok methini duyduğumuz Elevit yaylasına çıkalım dedik. Son gelişimizde stajyerlerimizden birinin amcası olan Celal bey sağolsun, bizi 4×4 aracıyla Pokut‘a çıkarmıştı ve gerçek bir yayla görmüştük. Hatta o sayede o sefer Ayder’in yüzüne bile bakmamıştık.

Bu kez Elevit’in yolu çok güzel diye kendi imkanlarımızla çıkalım dedik. Bu yayla da Pokut gibi Çamlıhemşin’de yer alıyor.  Çamlıhemşin merkezinin bittiği yerde bir köprü var. Bu köprüden geçip devam edilince Ayder’e gidiliyor. Düz gidince Zil Kale, Pokut ve başka yaylalara gidiliyor. İşte Elevit de onlardan biri.

Elevit’e giderken yol kenarında bir karadeniz dizisinde meşhur olan konağı gördük. Bunun bahçesinde sosyal medyada artık meşhur olmuş bir yön levhası vardı. Hemen ilerisinde de harika bir tarihi kemer köprü. Çekmesek olmazdı tabi.

Findukuk, Sevdaluk, Çayluk, Otluk, Betluk
Rize’nin minik bir özeti
Yol boyunca manzara peşimizi hiç bırakmadı
Minik dereler birleşip Fırtına Deresi oluyor

Elevit’e giden yol çok güzel. Başlangıçta beton dökülmüş kısımlar bir kaç kilometre devam ediyor. Buralar da asfalt gibi pürüzsüz. Ama asıl güzellik sonrasında başlıyor. Küçük küp küp taşlarla döşenmiş kilometrelerce yol, dağların tepesinde, yeşillikler içerisinde uzayıp gidiyor. Taşların arasından fırlayan minik otlar yolu sanki oranın doğal bir parçasıymış gibi gösteriyor. Bol virajlı bu yolun sadece bir iki yerinde kısa kısa bozuk alanlar vardı. Sonrasında yine aynı güzellik devam ediyor.

Elevit Yaylası’nı göremedik ama yolu bile bizi mest etmeye yetti

Fakat gel gelelim, bu yol da bir yerde bitiyor. Çamlıhemşin merkezden yaklaşık 30 küsür kilometre ilerleyince yolun sonuna vardık. Bundan sonra henüz yeni açılan ve bir iki gün önce aralıksız yağan yağmurda mahvolmuş toprak ve yamru yumru bir yol bizi bekliyor. Gidilir mi gidilmez mi diye düşünürken yukarıdan aşağıya motorsikletle gelen bir genci durdurup sorduk. Genç evvela “Elevit aşağıda kalmadı mı abi?” deyince bir afalladık ama sonra onun da jetonu düşmüş olacak ki, “yok yok, biraz daha ilerde, yol çok kötü ama değer” dedi. “Ama değer” demese ordan dönecektik ama dedi işte..

Arabalara doluşup bizim oraların tabiriyle kiti kiti devam ettik. Bizdeki Soul’un altı kolay kolay yere vurmuyordu, Sefa da gerektiğinde yolcuları indirerek Megan’ı yere değdirmemeyi başardı.. Yolcularımız arasında Sefanın eşi vardı ve kendisi hamile 🙂 O garibim de mecburen zaman zaman yaya gitmek zorunda kaldı.. Fakat..

Evet bir fakat daha.. Ben, Kia Soul ne güzel yere değmiyor diye sevinirken, beyefendi yokuş yukarı dur kalk dur kalk şeklinde ilerlediğimiz için şanzıman ısınması hatası verdi. Eyvah!

Bu hatayı yoğun trafikte eve dönerken İstanbul yollarında da almıştım ve arabayı kenara çekip şanzımanın soğumasını beklemiştim. Şehirde olsam sıkıntı değil ama adını sanını bilmediğimiz, telefonun dahi çekmediği bu dağ başında şanzıman gibi hayati bir parçanın arızalanması riskini göze alamadım. Arabayı yokuşta ivedi olarak bir yere çektim ve indim.  Kesif bir balata yanığı kokusu gelince baya bir tedirgin oldum. Sefalara da durumu bildirip daha gidemeyeceğimi, dönersek daha iyi olacağını söyledim.

Maalesef otomatik şanzıman bozuk ve yokuş yolda aşırı ısındığı için daha fazla ilerleyemedik

Üzüle üzüle bu durduğumuz yerde bir süre dinlenmeye karar verdik. Buna benzer bir vakayı yıllar evvel kiralık arabayla yaşamıştık. Onda durum daha kötüydü. Henüz acemi şofördük. Arabamız Fiat Panda idi ve içinde annem dahil pek çok kişi vardı. İkizdere taraflarında bir yayla şenliğini bulmaya çalışıyorduk. Yaylayı bulamadığımız gibi, pes edip dönmeye karar verdiğimiz yer bu şimdi durduğumuz kadar yeşil değildi ve dönerken arabayı baya kırmış, tamiri için o zamanın parasıyla bir laptop fiyatı ödemiştik. Ahhh ahh.. Unutmak ne mümkün..

Neyseki bu sefer arabada bir sorun yoktu. Biz mola verip fotoğraflar çektirirken şanzıman efendi soğudu ve oradan dönüp yine kiti kiti anayola indik.

Yollar Elevit’i görmeye müsade etmese de moralimizi bozmak yok.

Yolda mola verebileceğimiz kamelyalı bazı alanlar görmüştük. Geri dönerken bunlardan birinde durup biraz atıştırdık. Ancak yakınlarda arı yuvası mı vardı nedir, peşimizi bir türlü bırakmadılar. Çok şükür arılar sokmadan oradan uzaklaştık.

Zil Kale

Dönüşte Zil Kale’de kısa bir mola verdik. Ancak kaleye girmedik. Zira aşırı kalabalıktı. Arabalar bile kale önünde zorlukla birbirlerine yol verebiliyordu.

Akşama 1-2 saat daha vardı. Ayder de çok uzağımızda değildi. Bari hiç olmazsa oraya çıkalım, bir dağ havası alırız dedik. Çıktık çıkmasına da dağ havası yerine havamızı aldık. Hafta içi ve geç saat olmasına rağmen Ayder aşırı kalabalık idi. Park yeri bulmak ne mümkün, yolda ilerlemek bile zordu.

Güç bela tepeye kadar vardık. Arabaları oraya park edebildik. Sonra çoluk çocuk yavaş yavaş aşağı inmeye başladık. Biz sonra Sefa’yla gelip araçları alacaktık. Öyle de yaptık. İnerken ışık iyice azalmadan bir kaç fotoğraf çekelim dedik.

Yaylanın merkezi aşırı kalabalık ancak yukarıları hala çok güzel

Aşağı inmeden benim son gelişimde cesaret ettiğim zipline’ı gördük. Kısa bir mesafede kurulmuştu ve bu sefer dönüşünde de zipline hattı vardı. Ben yaya dönmek zorunda kalmıştım. Fiyatı 20 ya da 25 TL idi sanırım. Yanlış yazdıysam yorum olarak düzeltin lütfen. Kuzenlerden Merve cesaret etti ancak pazarlık edemedi. O nedenle vazgeçtik. Ben denediğimde go-pro ile çekim de yapmış ve pek fazla heyecanlanmamıştım. Çamlıhemşin’e gelmeden evvel dere boyunca bir sürü zipline var. Derenin üzerinden geçecek şekilde kurulmuş. Asıl onları denemek lazım.

Ayder’in meşhur şelalesi

Ayder’in meşhur şelalesini gören güzel bir yerde dinlenip çay içmeye ve sabahtan beri yanımızda taşıdığımız yiyeceklerden yemeye karar verdik. Sağolsun dükkan sahibi kendisi de gözleme vs sattığı halde bizim getirdiklerimizi yememize hiç maraza çıkarmadı. Neden yazıyorum, çünkü Rize’den dönerken yolda bir türlü sandviçlerimizi yiyebileceğimiz bir çay bahçesi bulamadık ve bugün (yani yazıyı yazdığım gün) üç tane koca sandviçi YTÜ Teknopark’taki köpeklere hediye ettim. Sıkıntı yok, demek ki hayvancıkların ta Rize’den gelen o sandviçlerde nasipleri varmış 🙂

Yorum yok
Anlatmaya gerek yok

Hava iyice kararmadan hanımlar ve çocuklar yokuştan aşağı inmeye, yaylanın insan selinden fırsat olursa görünebilen yeşil yamaçlarına doğru ilerlediler. Biz de Sefa’yla arkalarından arabada bıraktığımız fotoğraf makinesini alıp yetiştik. Ayder’de camii var diye kimse mescit yapmamış sanırım. Zar zor bir otelin avlusundaki küçük mescit olarak ayrılan barakada namazımızı kıldık. Camiiye gitmeye kalksak epey bir yol inmemiz gerekecekti. Mescit gene şart değil, seccade olduktan sonra her yer mescit. Fakat abdest alacak yer de problem oldu. Bir otelin lavabosunda ücretle abdest alabildik. Gerçi biz abdest alacağız demedik, lavaboyu kullanacağız dedik. O yüzden yanlış anlaşılma olmasın. Çok şükür memleketimizde kimse abdest alacak diye su parası istemez elhamdülillah.

Ana ve kuzusu

Güneş batmak üzereyken yeşil yamaca yetiştik ve aceleyle de olsa bir iki hatıra fotoğrafı çekinebildik. Bebeler tabi ki istediğimiz performansı sergileyemedi ama olsun 🙂

Yorucu ve koşturmacalı bir Elevit-Ayder gününden sonra geç saatte Rize’ye döndük.

Ayder hatırası

Sonraki günleri de bir başka yazıda anlatayım inşallah.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir